Türkiye, tarihsel mirası ve coğrafi konumu itibarıyla sadece bir ülke değil; aynı zamanda büyük bir jeopolitik denklemde merkezî bir aktördür. Ancak bu merkeziyet, çoğu zaman avantaja değil, ciddi bir baskı unsuruna dönüşmektedir. Türkiye bugün, çevresindeki çatışmaların, çıkar mücadelelerinin ve küresel hesapların tam ortasında, adeta bir jeopolitik ateş çemberinde varlık mücadelesi vermektedir.

Orta Doğu’daki istikrarsızlıklar, İran’dan Suriye’ye, Irak’tan Lübnan’a kadar uzanan kırılgan devlet yapıları, Türkiye’nin güney sınırlarını bir güvenlik sorunu haline getirmiştir. Kuzeyde Karadeniz'de Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı güvenlik dalgalanmaları, güneyde ise terör örgütlerinin vekalet savaşları Türkiye’nin askeri ve diplomatik reflekslerini sürekli tetikte tutmaktadır.

Ege ve Doğu Akdeniz'de ise Yunanistan’ın maksimalist talepleri, başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerin açık desteğiyle yeni bir kuşatma stratejisine dönüşmüş görünmektedir. Ege’de kara sularını 12 mile çıkarma çabaları, Kıbrıs meselesinde Güney Kıbrıs’ın meşruiyet iddiaları ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki gerilim, Türkiye’yi denizlerden sıkıştırma amacı taşıyan hamleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik İsrail'in bölgedeki etkinliğini artırması, denklemi daha da karmaşık hale getirmektedir.

Türk Cumhuriyetlerinin Güney Kıbrıs ile Diplomatik İlişkileri ve Türkiye'nin Stratejik Yalnızlığı

Son dönemde bazı Türk Cumhuriyetlerinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile diplomatik ilişkiler kurmaları, Türkiye açısından hem stratejik hem de duygusal düzlemde ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Kazakistan’ın GKRY’de büyükelçilik açma kararı, Özbekistan’ın Lefkoşa’daki konsolosluk faaliyetleri gibi adımlar, Türkiye’nin uzun yıllardır savunduğu Kıbrıs davasına zarar veren gelişmeler olarak değerlendirilmelidir. Bu durum, Türkiye’nin dış politikada "kardeşlik" temelli beklentiler yerine, reel politik dengeye dayalı bir strateji benimsemesinin ne kadar hayati olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Uluslararası ilişkilerde asıl müttefik, devletin kendi stratejik kapasitesi ve toplumsal direncidir.

Bunlara ek olarak, Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında kültürel ve siyasal iş birliği çağrıları yapılmasına rağmen, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin hâlâ sadece Türkiye tarafından tanınıyor olması, Ankara'da ciddi bir kırgınlığa neden olmaktadır. Kardeşlik söylemi ile reel politik arasındaki bu uyumsuzluk, kamuoyunda “kardeş ihanetine” dönüşen bir tartışmayı da beraberinde getirmektedir.

Türkiye, dış politikadaki kırılganlıkları aşmak ve jeopolitik çıkmazlarını fırsata dönüştürmek istiyorsa, hem içerde hem dışarda “güçlü olmak” zorundadır. Ancak bu direncin sürdürülebilir olması, yalnızca dış tehditlere karşı koymakla değil, iç yapının da adalet ve hukuk temelinde güçlendirilmesiyle mümkündür.

Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, Türkiye’nin içerideki istikrarını artıracağı gibi, dış dünyada da güvenilir ve itibarlı bir aktör olarak konumlanmasını sağlayacaktır. Zira güçlü devlet, yalnızca askeri kabiliyetiyle değil; adil, şeffaf ve demokratik yönetim anlayışıyla inşa edilir.

Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin yalnızca sert güce (askeri kapasite) değil, aynı zamanda akıllı güce (stratejik vizyon, diplomasi ve toplumsal bütünlük) sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. İçeride siyasal ve toplumsal uzlaşıyı sağlayamayan, ekonomik istikrarı teminat altına alamayan bir Türkiye'nin dış baskılara karşı dayanıklı olması mümkün değildir.

Sonuç olarak, Türkiye askeri teknolojilerde kaydettiği büyük ilerlemeleri; akılcı, çok yönlü ve zamanlaması iyi planlanmış bir stratejik siyasetle tamamlamalıdır. İçeride huzuru, adaleti ve toplumsal barışı tesis etmek; toplumu ortak hedefler etrafında kenetlemek; demokrasiyi, hukuku ve ifade özgürlüğünü güçlendirmek, jeopolitik zorluklara karşı dayanıklılığın temelini oluşturacaktır. Türkiye ancak siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda eşzamanlı bir güçlenmeyle bölgesel bir denge unsuru ve küresel bir aktör olma iddiasını sürdürebilir.

Azerbaycan’ın samimi desteği bir istisna olmakla birlikte, diğer beş Türk Cumhuriyetinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile diplomatik temas kurma yönündeki kararları, Türkiye açısından yeniden değerlendirilmesi gereken stratejik bir uyarı niteliği taşımaktadır. Bu gelişme, dış politikada duygusal bağlardan çok, çıkarlar ve gerçekçi hesaplarla hareket edilmesi gerektiğini bir kez daha göstermiştir. Unutulmamalıdır ki: "Kendi gücümüze dayanmak esas; müttefiklere güvenmek ise tali bir tercihtir."