AVRUPA HALKLARININ SAVAŞA BAKIŞI: TARİHSEL TECRÜBE, SOSYOLOJİK FARKINDALIK VE FELSEFİ BİR TESPİT

Avrupa halkları, geçmişte yaşadıkları büyük acıların ardından savaşa karşı güçlü bir tarihsel bilinç geliştirmiştir.

Son dönemde Fransa başta olmak üzere, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde gözlemlenen savaş söylemlerine karşı, halkların gösterdiği tepkisel sessizlik aslında pasiflik değil; derin bir tarihsel farkındalıktan kaynaklanan sorgulayıcı bir duruştur. Bu yazının amacı, savaş politikalarına karşı halkın iç dünyasında oluşan bu sorgulamayı anlamak ve felsefi bir zemine oturtmaktır.

Unutmamak gerekir ki, Avrupa kıtası son 100 yıl içinde iki büyük dünya savaşı yaşamıştır. 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı ve ardından gelen 1939-1945 arasındaki İkinci Dünya Savaşı, milyonlarca insanın hayatına mal olmuş, şehirleri yıkmış, nesilleri travmalarla baş başa bırakmıştır. Bu savaşlar sadece canları değil, evleri, birikimleri, yakınları, gelecek hayalleri de alıp götürmüştür. Birçok insan psikolojik ve ekonomik olarak çok ağır bedeller ödemiştir. Avrupalılar, artık tüm bunları bir daha yaşamak istememektedir. Ne kendileri ne çocukları ne de torunları, atalarının yaşadığı acıları yeniden deneyimlemeyi istemiyor.

Tarih boyunca savaş kararı alanlar ile o savaşın bedelini ödeyenler aynı insanlar olmamıştır. Kararı verenler, diplomatik masalarda, güvenli salonlarda otururken; bedelini ödeyenler, çoğu zaman birbirini tanımayan, hiçbir çıkarı olmayan halkın çocukları olmuştur. Savaş alanlarında ölenler; karar alıcıların değil, emekçilerin, işçilerin, yoksulların, öğrencilerin çocuklarıdır.

Bugün Avrupa halkları, geçmişin yıkıcı deneyimlerinden süzülen derin bir bilinçle, savaşlardan uzak durma eğilimindedir. Bu, halkın korkaklığı değil; tam tersine, yaşanmış felaketlerden ders çıkarmış olgun bir duruştur. Felsefeci Jean Jaurès’in sözleriyle: "Gerçek cesaret, gerçeği aramak ve onu söylemektir; öldürmek değil."

Ne var ki aynı halklar, her geçen gün artan vergilerle, kesilen sosyal yardımlarla, zayıflayan sağlık ve eğitim sistemleriyle yük altına alınmaktadır. Bütçelerin en çok ihtiyaç duyulan kalemlerinden kesintiler yapılırken, bazı askeri ya da dış operasyonlara kaynak aktarılması, toplumda sessiz ama derin bir sorgulamaya neden olmaktadır.

Bu yazının amacı herhangi bir kişiyi ya da kurumu suçlamak değil, bu sorgulamanın varlığını bir sosyolog duyarlılığıyla tespit etmektir. Çünkü düşünmek, sorgulamak, vatandaşlık bilincinin bir parçasıdır.

Avrupa toplumları savaşa karşıdır, çünkü savaşın sadece top sesleriyle değil, aynı zamanda sessiz yoksulluklarla da bedel ödettiğini bilir. Savaş yalnızca cephede yaşanmaz; bir annenin oğlunu kaybetmesiyle, bir çocuğun babasız büyümesiyle, bir öğrencinin hayalini yarıda bırakmasıyla da yaşanır.

Fransız filozof Simone Weil’in dediği gibi: "Savaş, birbirini tanımayan insanların birbirini öldürmesi, birbirini tanıyan insanlarınsa bu işe karar vermesidir."

Eğer bir gün kamu düzeni bozulursa, bunun sebebi halk değil; halkı korumakla yükümlü sistemin, halkı görmemesi olur. Çünkü güvenlik sadece polisle değil, sosyal adaletle, eğitimle, refahla sağlanır.

Tarih, halkların uzun süreli baskı ve adaletsizlik karşısında sessiz kalmadığını göstermektedir. Antik Roma’da Spartaküs’ün köle isyanı, 1789 Fransız Devrimi, 1848 Avrupa halk hareketleri, 1871 Paris Komünü, hatta 20. yüzyılda Doğu Avrupa’daki barışçıl direnişler – hepsi halkların “yeter artık” dediği anlarda ortaya çıkmıştır. Bu örnekler, sistemin halkı duymadığı yerde halkın sesinin tarihe kazındığını gösterir.

Son olarak belirtmek isterim ki, bu metin kimseyi hedef almamaktadır. Bu sadece tarihten, hafızadan ve yaşanmışlıklardan doğan bir dizi düşünce, varsayım ve insani gözlemdir. Bunu bir dikkat çağrısı, bilinçli olmaya yönelik iyi niyetli bir uyarı olarak değerlendirin. Bu sadece birçok sesin arasında bir sestir — ama içten, barışçıl ve derinden insanî bir sestir.